17 Nisan 2013 Çarşamba

18. YÜZYILDAN GÜNÜMÜZE İNTİKAL EDEN KURUMLAR



Osmanlı ve Türk şekercilik zenaatında menkıbeleşmiş Hacı Bekir ismi, günümüze kadar şekercilik ekolü olarak devam edegelmiştir. Kastamonu'nun Araç ilçesinden İstanbul'a gelerek 1777 yılında Bahçekapı'da açtığı küçük şekerci dükkanında, lokum, akide vb. şekerlemeleri bizzat imal edip satmaya başlayan şekerci Bekir Efendi, bugün iki asrı aşan bir maziye sahiptir. Bilahare Hac farizesini yerine getirmesiyle Hacı Bekir olarak anılan Bekir Efendi'nin açtığı ilk dükkan, günümüzde Ali Muhiddin Hacı Bekir Şekercilik A.Ş.'nin Bahçekapı'daki satış yeri olup, İstanbul'da iki asırdan bu yana aynı hizmeti gören yegane dükkandır. Dünyada bile emsaline zor rastlanan bu özellik İstanbul ve hatta ülkemiz için ayrıca zikre değer. Türkiye'de 16. yy'da başlayan şekerleme imalatında tatlandırıcı olarak bal, pekmez, su bağlayıcı, doku yapıcı olarak un kullanılmakta idi. 18. yy'da sonlarında Avrupa'da kurulan rafinerilerde üretilen şekerin, o günlerin ismiyle "Kelle Şekeri" olarak Türkiye'ye gelmesiyle, şekerci Hacı Bekir, bu şekeri havanlarda dövüp eriterek, gül, tarçın vb. tabii aroma ve boyalarla pişirip akide şekeri imalatını geliştirmiştir. Ayrıca 1811'de Alman bilgini tarafından bulunan nişastayı un yerine kullanarak, şeker ve nişasta terkibi ile bugünkü nefasetteki lokum imalatını gerçekleştirmiştir.
Bizzat kendi eliyle yaptığı imalat ve hassas çalışmalarıyla Türk şekerleme ve lokum çeşitlerini geliştiren Hacı Bekir, 19. yy'da İstanbul Bahçekapı'daki dükkandan aldığı lokumları ülkesine götüren bir İngiliz turist ile, Türk lokumunun Avrupa'da "Turkish Delight" olarak tanınmasına vesile olmuştur.

Bundan böyle Türk lokumu anglo sakson asıllı yabancılar tarafından "Turkish Delight", Fransa ve Balkan'larda da "Lokoum" olarak tanınmış ve uluslararası şekercilik literatürüne girmiştir.
Bundan başka sallama kazanlarda yapılan badem şekeri, haşlanmış bademlerin soyulup havanlarda dövülerek şeker ve şeker şerbeti ile yoğurulup, şekillendirilen çeşitli badem ezmeleri Hacı Bekir'e günümüze kadar intikal eden haklı ilgi ve şöhreti kazandırmıştır. Şekerci Hacı Bekir başarılarıyla, zamanın padişahı tarafından Nişan-ı Ali Osmani'nin 1. Rütbe Nişanı ile sarayın Şekercibaşı'sı olarak taltif ve takdire şayan görülmüştür.
Osmanlı sarayı tarafıdan şekercibaşı olarak taltif edilen Hacı Bekir, saray tarafindan görevlendirilerek, ilk olarak 1873 yılında Avusturya-Macar imparatoru France Joseph himayelerinde Viyana fuarina iştirak etmiş ve fuar komisyonu tarafindan gümüş madalya ile taltif edilmiştir. Bu fuarda batılı ülkelerin marka kullandığinı müşahade eden M.Muhiddin efendi yurda dönüşünde, kazandığı gümüş madalya ile, Osmanlida ilk markayi yapmiştir.
Daha sonra 1888 yılında Prusya kraliçesi Avusturya –Macaristan imparatoriçesi Agusto himayelerinde ki Köln fuarina katilan şekerci Haci Bekir 2.gümüş madalyasını kazanmış ve bu madalya’yı da logosuna ilave etmiştir. Daha sonra Amerika kitasinin keşfinin (1492) 400.yılı nedeniyle (o tarihte de A.B.A. lerinde kriz olduğundan ) 1893 yilinda Chicago kentindeki fuara katilarak, orada lokum imali ve satışını gerçekleştirmiş lokumun A.B.D.’lerine tanıtımını da sağlamış ve 1897 Brüksel fuarına katılmış, altın madalyalar almıştır. Mehmed Muhiddin beyin vefati ile yaşı küçük olan Ali Muhiddin annesi Reşide hanim’ın destek ve yardımıyla müessesede atılımlar yapmıştır. Ali Muhiddin bey’in zamanı müessesenin altın devirleri olmuş, 1906 Fransa – Paris – Nice fuarlarında altin madalyalar kazanılmış Osmanli padişahi şekerci başılık ünvani Ali Muhiddin bey’e de verilmiştir. Ayrıca Mısır Hidivi de 1911 yılında Ali Muhiddin bey’e şekercibaşilik ünvanını tevdi etmiştir. Mısır’da Kahire ve İskenderiye şehirlerinde şubeler açilmiştir.

Cumhuriyetimizin ilk yıllarında, ülkemiz sanayiini kuzey Afrika ve Avrupa ülkelerine tanitmak amacıyla büyük Atatürk’ün emirleriyle 1926 yılında Karadeniz gemisiyle tertiplenen ilk yüzer sergiye o tarihte ki sınırlı sanayi ürünleri ile birlikte Haci Bekir’de iştirak etmiş, Akdeniz ve kuzey ülke limanlarinda 90 gün boyunca Türk ürünlerini dünya’ya tanıtmış 1930 yıllarında yine altın madalyalar aldiği Fransa Nice ve Paris fuarlarına 1937 Selanik fuarına ve 1939 yılında A.B.D.’leri Newyork’taki dünya ticaret fuarına iştirak etmiş ve 1965 uluslararası Marsilya, 1971, 2002, 2004 yıllarında Paris, 1985, 2001, 2003, 2006, 2008, 2009 Köln/Almanya, 1986, 2006 Moskova, 1987, 2005, 2006, 2007 yıllarında Londra, 1991 yılında Bakü/Azerbeycan, 2002, 2007 yıllarında Newyork/ A.B.D. lerindeki dünyanin en tanınmış gıda ve şekerleme fuarlarına katılarak, Haci Bekir ve ülkemiz tanıtım misyonunu sürdürmektedir.

Hacı Bekir'i takiben oğlu Mehmet Muhiddin Efendi ve torunu Ali Muhiddin Hacı Bekir'in aynı prensip, istidat ve meslek aşkıyla firmayı devam ettirmeleri Osmanlı Sarayının şekerci başılık payesinin kendilerine de ihsan edilmesiyle takdir ve taltif edilmiştir.
Üç neslin ismini taşıyan Ali Muhiddin Hacı Bekir müessesesi sürecinde İstanbul'da Bahçekapı merkez mağazasına ilave olarak Karaköy, Galata, Tepebaşı, Pangaltı, Çarşıkapı, Beyoğlu, Parmakkapı, Kadıköy satış şubeleri açılmıştır.
Ayrıca Mısır'a götürülen usta ve personel ile Kahire ve İskenderiye şubeleri kurulmuş ve Mısır Hidivi'nin takdir ve taltifleriyle Mısır Sarayı'nca da Şekerbaşı'lık payesi ihsan edilmiştir.
Şekerci Hacı Bekir, halen Türkiye'nin en eski firması olarak faaliyetini sürdürmektedir.
Osmanlı ve Türk toplumu ve folklorumuzun bir parçası olarak örf ve adetlerimize de giren Hacı Bekir, bilhassa zamanın yaşam tarzını belgeleyen roman ve yazılarda da yer almış, 19. asır ve 20. asır başlarındaki İstanbul toplum ve mozaikinin parçaları olan levantenler ve yabancılar tarafından da kaleme alınmış hatta resimlendirilmiştir.
Malta'lı ressam Preziosi fırçasıyla resmedilmiş şekerci Bekir Efendi'nin 43x58 cm ölçüsündeki suluboya resmi (aslı Louvre Müzesinde), zamanın yaşamını ve Hacı Bekir'i belgelemiştir. (Resmin litografik reprodüksiyonu 214 numara ile Topkapı Sarayındadır.)


OSMANLIDA MATBAA

Sultan 2. Beyazıt'ın 1492 yılında topraklarına kabul ettiği engizisyondan kaçan Yahudiler, matbaacılık tekniğini beraberlerinde getirmişlerdi. Osmanlı'ya gelişlerinden hemen bir yıl sonra, David ve Samuel ibn Nahmias kardeşler 1493 yılında İstanbul'da ilk basımevini (matbaayı) kurdular. Kendilerine Tevrat ve dini kitaplar basma izni verilmişti. Bu sebepten sadece Tevrat, dua ve din tarihi kitapları basılmıştır. Bu tarihten sonra çeşitli kereler matbaa açma girişiminde bulunan Osmanlı'nın İslam tebaasından kişilere hep karşı çıkılmış, Kuran'ın daha önce olduğu gibi mutlaka elle yazılması gereğini belirten bu kişiler zamanın önemli kişileri olan hattatlar tarafından kışkırtılmış ve himaye görmüşlerdir.


İbrahim Müteferrika Matbaası, 1729-1794

Osmanlı topraklarında çalışan ilk matbaadan 234 yıl sonra Osmanlı'nın İslam tebaasından olan İbrahim Müteferrika, Lale Devri olarak bilinen dönemde, 1727 yılında matbaasını kurmuştur. Matbaasında basılan ilk kitap Kitab-ı Lügat-ı Vankulu'dur (Vankulu Sözlüğü). Müteferrika yaşamı boyunca 23 cilt halinde 17 eser basmıştır. Ancak kitapların maliyetlerinin ve buna bağlı olarak fiyatlarının çok yüksek olması matbaacılığın yaygınlaşmasını engellemiştir.

Mütefferika’nın ölümünden sonra matbaa zaman zaman atıl kalsa da çalışmaya devam etmiştir. Matbaanın başına 1754 yılında İbrahim ve Ahmet Efendiler, 1783 yılından sonra Beylikçi Raşid Mehmed Efendi ve Vakanüvis Vasıf Efendi geçmişlerdir.

1769 yılında Abdurrahman Efendi, Mühendishane Matbaası'nı kurmuştur. Daha sonra Üsküdar Matbaası (1802) ve sonrasında Takvimhane-i Amire adında bir matbaa daha açıldı (1831). Bu sırada Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Bulak Matbaasını kurdu (1822).


1860'tan sonra matbaacılıkta hızlı bir gelişme görüldü, Encümen-i Dâniş (Bilim Akademisi), Cemiyet-i İslamiye-i Osmaniye, Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye gibi yayın çalışması da olan kurumların, yeni okulların açılmasıyla ders kitabı gereksiniminin artmasının ve Tercüman-ı Ahval, Tasvir-i Efkâr, Mecmua-i Fünun gibi kendi özel basımevlerini kuran gazete ve dergilerin bu gelişmede belirgin etkisi oldu. Basımcılığın hızla gelişmeye başlaması, devlet denetimini de birlikte getirdi. Önceleri izne bağlı olmaksızın açılan özel basımevlerinin, 1856'da çıkarılan bir iradeyle, bastıkları kitapları Takvimhane Nezareti'ne bildirmeleri ve gelirleri üzerinden vergi ödemeleri hükme bağlandı. 26 Ocak 1857 tarihli ilk Matbaa Nizamnamesi'yle basımevi açma Zaptiye Nezareti'nin iznine bağlandı. Kitap basımı da Meclis-i Maarif'in önceden incelemesi ve onayıyla yapılacaktı. 23 Ocak 1888'de çıkarılan Matbaa Nizamnamesi ise basımcılık üzerindeki sansürü koruyor, ayrıca basımevlerinin denetime her an hazır olması, kapıların kilitli olmaması, bitişik binalara herhangi bir biçimde açılmaması gibi hükümler getiriyordu.

1833 yılında ülkede 54 matbaa (15’i litografi), 1948 yılında 509 matbaa ve 1983 yılında 3537 matbaa bulunmaktaydı. 2007 yılında 6000 civarında matbaa bulunmaktadır.


OSMANLIDA SANAT


İslam sanatının belirgin niteliklerinin başında Tevhit düşüncesi gelir. Yaratıcının tekliği ilkesi en belirleyici unsurdur.Bu düşüncenin ön yargılarla anlaşılması güçtür.İslam sanatı soyut, görülenin kopya edilmesi ya da kopya edilenden rasyonel gerçeklerle vazgeçilmesinden çok çerçevesi vahiyle çizilmiş tefekküre dayalı bir üslûptadır. Üstelik bu çerçeve, yalnızca süsleme unsurları ile değil, mimari gibi öteki sanat unsurlarını da kuşatır.İslam sanatı zaman içerisinde akımlarının etkisi ile değişen anlayış ve yaklaşımları kendi içinde kesin hatlarıyla reddetmese de kurallı tanımlanabilir esneklikler üreterek kabullenme yoluna gidememiş,nispeten içine kapanmıştır.

Temelde İslam sanatı ile farklı yaklaşımlar gösteren Türk sanatı Selçuklular döneminde yakınlaşmaya başlamış,Arap kültüründen taşıdığı izlerle içine kapanan İslam sanatı simgelere yüklediği manaları soyutlaştırarak yansıtan Klasik Türk sanatı ile etkileşim içerisine girmiştir.Sanatın bir çok alanında Selçuklular ile başlayan bu birliktelik Osmanlı İptarotorluğu ile zirveye çıkmıştır.Etkisini her alanda hissettiren Osmanlı İmparatorluğu sanatsal gelişim ve değişimlere duyarsız kalmamış,planlı ve sistematik olarak kendi içinde büyüyüp gelişen özgün bir sanat ortaya koymuştur.Nitelikleri ile İslam sanatı ve Klasik Türk sanatının bir sentezi olan Osmanlı sanatı imparatorluk ihtişamı içerisinde o atmosfere paralel eserler ortaya koymuştur.Sanatın tüm dallarında sadece kendine has değerler bütünü içersinde etkisini göstermiş ve kendi coğrafyası içinde olduğu gibi bu coğrafya dışında kalan toplulukları da etkisi altına almıştır.

Osmanlı sanatı, İslam dünyasında gelişmiş, çeşitlenmiş temel ilkeleri izler. Öte yandan, bu ilkeler Osmanlı beğenisine uyarlanmış, İmparatorluğun geniş coğrafyasının ve komşularının sanatsal gelişmişliklerini yorumlayarak beslenerek, Osmanlı sarayının kendine özgü çoğulculuğuyla koşut bir biçimde özgün bir sanat dili oluşturmuştur. Kurumlaşmış bir örgütün üyesi olarak saraya bağlı sanatçıların hazırladıkları eserler içinde hayat bulan çalışmalar, özellikle 16. yüzyılın ortalarında gerek üslup, gerekse konu bakımından diğer İslam ülkelerinin sanatından tamamen ayrılmıştır.

17 yy sonlarına doğru İmparatorluğun askeri,siyasi,ekonomik ve kültürel gerçeklikler sanatına da yansımış,bu tarihlerden itibaren başlayan ve cumhuriyet tarihi ile ivme kazanan bir gerileme içerisine girmiştir.Bilinçsiz,kontrolsüz bir kopyalama ve tekrar süreci içerisine giren sanat diğer alanlarda da kendini göstermiş,Osmanlı İmparatorluğunun varisi konumunda ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti Milli Sanat politikasından uzaklaşmış ,neticesinde elle tutulur nitelikleri ile fark edilir bir anlayış yakalayamamıştır.Kendi coğrafyası dışında olgunlaşan akımları sorgulamadan kopya eden sanatçıların elinde toplumsal olgulardan uzak ,kültürel etkilerden yoksun bir anlayış olarak tanımlanabilecek bu anlayış resimde,müzikte,mimaride,edebiyatta kendini hissettirmiş,geleneksel sanatından bütün bütün uzaklaştırılmıştır.

Yakın tarihe kadar Osmanlı İmparatorluğuna yönelik sistematik olarak devam ettirilen karalama ve görmezden gelme politikası neticesinde tüm yönleriyle geçmişinden habersiz bir toplum geleneksel yapısından yoksun bir sanat anlayışı ortaya çıkmıştır.Geleneksel yapısından uzak olmakla birlikte o yapıyı reddeden ve biçimsel değişikliklere zorlayan bu anlayış süreç içerisinde kendini iyiden iyiye hissettirmiş hatta zamanla “Osmanlı” ibaresi içeren tüm olgulara karşı planlı bir cepheleşmeye doğru gitmiştir.

Geleneksel olan her ne varsa reddedilen,geçmişe karşı tükenmez bir kinle bilinçli bir grubun etkisinde bilinçsiz kitleleri peşinden sürükleyen bu akım günümüz Türkiyesinde siyasal,ekonomik ve toplumsal belirsizliği tutarsızlığı hatta kontrollü bir gerilemeyi hedeflemektedir.



OSMANLIDA SOSYAL YAŞAM

Aile hukuku, aile yapısının tarih içindeki evrimi, aile ile ilgili konular ; mutfak çocuk eğitimi , yaşlılık ,gençlik düğün ,doğum ölüm gelenekleri toplumları yakından ilgilendirir. Aile yapısının üniversal boyutları vardır ancak ulusal ve bölgesel yönleri ağır basar ve aile,bir kültürel çevreye ait olmayı yansıtan kurumdur.Bizim ülkemizde bu açıdan Akdeniz ve Ortadoğu ülkeleriyle bir kültürel çevre teşkil eder.
Aile bir toplumun en muhafazakar, az değişen kurumlarından biridir ve şimdi bu asırda değişmektedir.bu değişme sebebiyle yazar “aile” kurumunun bir tarihçinin araştırmalarında konu olması gerektiğini düşünmektedir.Bu nedenle Osmanlı toplumunda aile yapısı üzerine yazdığı makaleleri yeniden ele alıp düzenlemeyi uygun görmüştür.
Yazar kitabında öncelikle Osmanlı ailesinin toplumsal çerçevesini genel hatlarıyla açıklamıştır.Daha sonra Osmanlı hanedanı ailesinin dini ve fiziki ortamları üzerinde durmuştur.Bunların ardından ailenin hukuki temeli ve günlük yaşamı ile ilgili makalelerini bir araya getirmiştir.Son olarak da 19 yy ile birlikte aile yapısında gerçekleşen değişim ve Türkiye’de aile yapısı üzerindeki yansımalara değinerek kitabını sonlandırmıştır.


OSMALI AİLESİNİN TOPLUMSAL ÇERÇEVESİ
“Osmanlı Ailesi” çok geniş içerikli bir kavramdır.Bu kavramın içinde her şeyden önce imparatorluğu yöneten “hanedan” vardır .Osmanlı içindeki hukuki farklılaşmaya rağmen tarihi-kültürel doku, imparatorluğun her dinden halklarını aile yaşamları ile birbirine benzeştiriyordu.Bunda Osmanlı kadar Osmanlı öncesinin de payı vardır.
Osmanlı ailesi yaşadığı mekan bakımından göz atılırsa bu topluluğun halkının birbirinin kefili olduğu göze çarpar.Bu mekanlar köyler veya mahallelerdir.Bu fiziki ortamı oluşturur.Ayrıca üç kuşağın bir arada yaşadığı ,ama aynı zamanda bir hukuki ve mali birim olan “hane” kavramı da önem taşımaktadır.Günlük yaşam ve üretimde Osmanlı ailesi ,çekirdek ailenin yaşam kalıplarından çok büyük ailenin yaşam ve üretim kalıplarına uymaya meyillidir.Zaten geleneksel köyler ve şehirlerde çekirdek aile ,hayatın sürdürülmesi için uygun bir aile tipi değildir.Ailenin üretimi yıllık tüketim stoklarının hazırlanması ,kırsal alandaki iş bölümü ailenin güvenliğinin sağlanması bakımından üç kuşağın bir arada barınması gerekir.Bu kültür mirasının aktarımı içinde gereklidir.Genellikle hane halklarının ikamet ettiği hane tipleri de birkaç kuşağı barındırmaya müsaittir.Avlu etrafında yer alan odalar veya küçük binalarda geniş aile bireyleri yaşar ;aile içi eğitimde çocukların eğitimi kuşaklar tarafından yerine getirilir.Tüketime yönelik malzeme yiyecek,giyecek ile organik bir bağ içindedir.
Ancak bu yapı İstanbul , Selanik ,İzmir gibi büyük liman şehirlerinde daha değişikti.Çekirdek aile tipi daha yaygındı.Coğrafyaya ,yetiştirilen hayvana ve askeri yapıya göre aşiretler arasında farklılıklar olsa da şehirlerde ve köylerdeki aile tipi dinlere göre farklılık arz etmediği için “Osmanlı ailesi” kavramı altında inceliyoruz .Müslim ve gayrimüslimler arasında önemli yaşam farkı ve aile yapısında akrabalık ilişkilerinde derin ayrılıklar olduğu konusundaki yaygın yanlış kanaattir.Millet sistemi farklı dinden insanların evlilik ve akrabalık kurarak kaynaşmasına manidir ve her halk kendi kampında yaşamıştır ama kültürel etkileşim ve hayatın temel kurumlarındaki ortaklık şaşılacak derecede yüksekti.


AİLENİN DİNİ AİDİYYET ORTAM OLARAK “MİLLET” SİSTEMİ
Osmanlı devleti bir Müslüman devletti ve son İslam imparatorluğu olma vasfını taşımaktadır.Gayrimüslimler bu imparatorluk altında himaye altındadır.
Kılık kıyafet ayrımı ve ayrı mahallelerde oturma zorunlulukları gayrimüslimlerde benimsemişlerdir.Gayrimüslim halk için Müslümanlara karışmama ,dini bu yolla
devam ettirme söz konusudur .Bu nokta önemlidir zira Osmanlıdaki millet biçiminde teşkilatlanma ve ferdin bu kesimdeki aidiyeti Modern dünyadaki azınlık statüsü ve psikolojisinden hem objektif hem de sübjektif esasları itibariyle farklıdır.
“Millet” sözü dini bir aidiyeti ifade eder Osmanlı nizamında fert doğduğu millet kompartımanının içinde o cemaatin otoritesine bağlı olarak yaşar,ancak ihtida ederse bu kompartımanı değiştirirdi.Millet ulus anlamında bir kavram olmayıp bir içtimai teşkilatlanma ,bir ruh hali ve tabanın birbirine bakışını ifade eder.Cemaatler arasındaki ilişki azdır,çatışma azdır ama gerilim devamlı vardır .Çekişme rekabet eğilimi Osmanlı cemiyetinde son asırdaki uluslaşma ve modernleşme ile başlamıştır.
19. asırda her dinden bir gurup genç imparatorluğun eğitim müesseselerinde bütün diğer insanlarla birlikte eğitilmiş,bürokrasiye girmiş yükselmiş ve Osmanlı seçkinleri içinde yer almışken ;bir gurup bu sürecin dışında kalmış, ulusça akımlar ve çalışmalara katılmış,diğer kalabalık üçüncü grup ise asırlardan beri sürdürdüğü hayatı köylü ve şehirli zanaatkar ve esnaf olarak devam ettirmiştir.

AİLENİN FİZİK ORTAMI : MAHALLE
Osmanlı mahallesi geleneksel kentin bir kesimidir,yani kapalı bir cemaatin yerleşmesi olarak kendini gösterir .Geleneksel yerleşme savunma ve iklim koşullarına karşı koyabilme nedeniyle üst üste inşa edilmiş bitişik nizam binalarından ,serinlik ve havalandırmayı sağlayan dar sokak ve dehlizlerden oluşur .Ama önemli olan iklim ve coğrafyaya göre biçimlenen fiziki doku değildir ,mahalle bir içtimai kültürel biçimdir ve birbirini tanıyan ve birbirlerine kefil olan hanelerden oluşur.bunu önemi ise mahalle ve köy halkının birbirine yabancılaşmış sosyal ve hukuki yönden bağımsız hanelerden oluşmasını önler,birey ailesi gibi yaşadığı mahallenin de bir üyesidir.18yy ve hatta 19 yy başlarında büyük şehirlerin mahallelerinde bile toplumsal sınıflaşmaya göre biçimlenmiş belirli bir mekan farklılaşması yoktur.Dinsel farklılık hariç ,dil ve etnik farklılık önemli değildir , imparatorluğun her sınıf ve her bölgesinden insanlar belirli kurallar ve etiket çerçevesinde yaşarlar .Mahalle mescidi ve kahvehane bir toplantı ve tartışma mahalli olup kamuoyunun oluştuğu merkezlerdir. 
Aslında burada üzerinde durulmak istenen konu mahallenin hukuki varlığından çok ;kültürel içtimai bir birim olduğudur. 

TOPLUMSAL TABAKALARI İTİBARİYLE OSMANLI AİLESİ 
Osmanlı toplumunda yasal olarak kabul edilen ,irsi bir aristokrasi yoktur.Sosyolojik kavramlar çerçevesinde üretici ve denetici veya yönetici ve yönetilen sınıfla mevcuttur.Ortaya çıkan güçlü derebeyi ve ayanlar ise kısa zamanda silinmiştir.Kapalı kastlar veya imtiyazlı sınıfları devam ettiren evlilik düzeni , evlilikle doğan soyluluk imtiyazları veya irsi haklar söz konusu değildir.Devleti yöneten hanedanın evi olan “Harem” ise özgün bir müessesedir.Osman oğulları sülalesinin hakimiyet kalıpları da özgündür.Hanedanın azalığı , evlilik kuralları , padişah çocuklarının ve soyun devamı için geliştirilen usul ve adetler Osman oğulları hanedanına özgün kurallardır.Altı asır boyunca hiç kimse Osman oğulları ailesini uzaklaştırmayı ve tahtlarına gelmeyi düşünmedi , böyle düşünenlerden sırf hükümdarlar değil etraftaki halk da hoşlanmadı.hakimiyet Osman oğullarınındı.
Osmanlılar onaltıncı asırdan sonra doğulu Müslüman hanedanlarla evlilik bağı kurmadılar.Padişah oğulları cariyelerle evlendi , padişah kızları da yabancı veya yerli hanedanlardan olmayan devşirme paşalar veya halktan çıkan rütbe sahipleriyle evlendiler.Osman oğulları ailesinin yaşadığı mekan olan saray hanedan azasının ilişkileri ve Harem-i hümayun halkının , sultanların yaşam ve eğitimi , 19.yy da büyükgelişme ve değişim geçirdi.Osmanlı sarayı elli yıldan kısa bir süre içinde şaşılacak bir hızla değişen dünyanın diplomasisine ve protokol şartlarına uyum sağlamakta, hanedan mensupları ve saray hizmetlileri bünyesel bir değişiklik geçirmekte ama bu arada klasik Osmanlı saray teşkilatının bazı temel müessese ve ananatı da kendini koruyabilmektedir.
Osmanlı toplumunun seçkin zümresi ilmi gücünden elde etmiş olan ulema aileleridir.ulema sınıfı hiyerarşiye bağlanan bir eğitimden gerçek belli bir bürokratik hiyerarşiye göre terfi etmektedir.17. ve 18. yüzyıllarda ilmiye aileleri gerçekten irsiyet kazanmış hanedanlar haline dönüşmüştür.Osmanlının modernleşmesinde üst sınıf ilmiye üyelerinin daha çok merkezi devlet paralelinde hareket etmeleri de dikkate değer bir konudur. Onlar diğer toprak sahibi nüfuzlu grupla birleşip merkezi devlete uyum sağladıkları görülmüştür.Yine Osmanlı ilmiye sınıfının servet , eğitim ve görgü sahibi bir sınıf olması dolayısıyla bu sınıf kadınlarının da modernleşme hareketlerinde öncü rol üstlenmeleri doğal karşılanmalıdır görüşü yaygındır.





AİLENİN HUKUKİ TEMELİ
Yazar bu bölümde aile hukukunu araştırırken sadece büyük merkezleri değil aynı zamanda eski köy ve aşiret yapısını muhafaza eden diğer küçük yerleşmelerde rastlanan hukuki uygulamaları da dikkate almak gerektiğini anlatmaktadır.Örneğin kız tarafına damat adayının “mehr” adı altında bir para ödediği görülüyor.Bu olay sadece Türkiye’ye yada diğer Arap ve İslam ülkelerine mahsus değildir.evlilikte bu tür para ödemeler veya taraflardan birinin maddi istismarı bütün geleneksel-kırsal toplumlarda rastlanan bir özelliktir.
İslam hukukuna göre mehr’in mutlaka verilmesi gerekir ve İslam hukuku mehr konusunu evlenen kız lehine düzenlemiştir.Ancak toplum yapısının bu gibi düzenlemeleri ne derece kabullendiği tartışılır.imparatorlukta ilk bakışta bölgeden bölgeye, şehirden şehre ;aynı şehirde mahalleden mahalleye farklı renkler ve adetler göze çarpsa da genelde Akdeniz dünyasının binlerce yıllık bir ortak kültür çevrisi olduğu gerçeğinden diyebiliriz.Bu kültürel çevre bir aile tipi ortaya çıkarmıştır.Ancak 150 yıldır metropolleşen ve kentleşen dünyada eski yapılar değişime uğramakta ve aslında bu değişim ülkelerde ve toplumlarda benzerlikler ve paralellikler taşımaktadır.Geçen zaman ve kentleşme Osmanlı toplumunda da aileyi ve ilişkiler sistemini değiştirmiştir.19 yy İstanbul ailesi her ne kadar bu günkü modern aile tipinden farklıysa da aile yapısının temelden değişmeye başladığı açıktır.

EVLENME
Bir çok geleneksel toplumda olduğu gibi Osmanlı toplumunda da ayrı dinden gruplar arasında evlenme pek azdı.Geleneksel ailenin yapısı içinde en önemli üye kadındır.Fakat gerek aile içindeki gerekse toplumdaki statüsü , üretim fonksiyonu ile orantılı değildir.Kadının aile ve toplum içindeki konumu çocuklarının sayısı ve yaşlılık ile yükselir.Geleneksel toplumda kadının özgürlüğü söz konusu değildi.yine üretim sürecine kendi özgün kararıyla katılmadığı için bu toplumda erkeğin özgürlüğünden söz etmekte mümkün değildir.Ancak kadının ailenin erkeklerine bağımlılığı ,evlilikten sonrada devam eder ve kırsal kesimdeki kadın; şehirdeki hemcinsinin aksine bir aileden diğerine transfer edilen üretim unsuru konumundadır.
Osmanlı imparatorluğunda şer’i hukukun , özellikle kamusal alanda ve toprak düzenine ilişkin işlemlerde yerini geniş ölçüde örfi hukuka bıraktığını biliyoruz . Bugünkü ayrıma göre özel hukuk alanına giren düzenlemelerin ise şer’i hukuka bırakıldığı fikri yaygınsa da yazar aynı kanaatte değildir.özellikle aileye ilişkin ,evlenme boşanma gibi konularda şer’i hükümlerin dışına çıkıldığı anlaşılmaktadır.Farklı uygulama daha çok yerel örf ve adetin etkisinden dolayı olmaktadır.
Görünen o ki Osmanlı kadısı tayin edildiği ve kısa müddet kaldığı bölgelerde mutlaka şer’i hukuk kurallarını ısrarla uygulamaz.Büyük çelişki yoksa örf ve adete iltifat eder ve yerel geleneklerle çatışmaktan kaçınır.


EVLİLİK DIŞI İLŞKİLER
Bütün geleneksel toplumlarda olduğu gibi 16.yy Omsalı toplumunda da evlilik dışı ilişkiler, çocuk doğurmak gibi olaylar tepki ile karşılanıyordu .Aslında genel olarak dünya üzerinde toplumların ortak tutumu bu yönde idi.Ancak bu konuda 16.yy Osmanlı toplumunun eski doğu toplumlarının katı ceza uygulamasını terk ettiğini söylemek gerekir.
Babasız çocuk doğuran veya nikahsız yaşayan kandınlar toplumca hoş karşılanmamış, şehrin asayiş amirinin gözetimine bırakılmışlardı.Örneğin 16.yy sonlarında taşrada da bu gibi kadınların derhal subaşına teslim edildiklerini görüyoruz.Osmanlı şehirlerinde konut bölgesinde bekar,Nüfusun bulundurulmamasına gayret edilirdi.Büyük şehir İstanbul da bile ,çalışmak için gelen bekar erkek nüfusun merkezi iş bölgesindeki bekar hanlarında barındırıldığı ve bir tür gözetim altında tutulduğu, hele mahallelerdeki münferit bekarların mutlaka ayrı kaydedildiği görülmektedir.

AİLEDE ÖLÜM
Ölüm cemaati harekete geçiren, bireyin kaçınılmaz sonudur.Burada da dinler ve mezhepler arasında fark vardı. Kilisenin kutsamadığı birinin cenazesi Hıristiyanlar arasında bir sorundu.Müslümanlar ve Yahudiler arasında ise böyle bir aforoz söz konusu olmazdı.Dürziler için ölüm yeniden dirilişti,cenaze cemaatin mutlaka katılması ve desteği gereken bir başlangıca yolculuktu.Osmanlı toplumunda ölüm aile mensuplarını,akrabayı ama her şeyden önce mahalle halkını ilgilendiren bir olaydı.Osmanlı devirlerinde ölüm vakası bugünkü gibi tıbben bir hekim tarafından gözden geçirilip tasdik edilmezdi.Ölümün ve defnin olağan olduğuna cemaat şahitlik eder ve cenazeyi kaldırmakla bunu tasdik ederdi.cenaze evinin ,tören ve duanın örgütlenmesi;hane halkı ve misafirlerin ağırlanması,dua ve cenaze yemeği her dinden Osmanlıları birbirine bağlayan müşterek adetlerdi.


AİLEDE MİRAS
Miras İslam hukukunun bugün dahi en kalıcı öte yandan da en çeşitli içtihat ve yorumlara konu olan bölümüdür.Özellikle 1926 da Kanun-u Medeni’nin İsviçre kaynağının Türkiye’de kabulü İslam aleminde de aile hukuku alanında önemli veya önemsiz yeni yorum ,farklılık ve tartışmalar getirmiştir.
Osmanlı cemiyetinde ve ailesinde miras dini farklara göre taksim edilir.Müslüman ailede kız çocuğa verilen hisse erkek evladının yarısı kadardır.Muris olmak veya varis olmak serbest iradeye bağlı değildir.Kanuni mirasçıların korunmuş hakları vardır.


ÇOK EŞLİLİK
Müslüman Osmanlı ailesinin çok eşli bir düzene dayandığı yaygın bir düşüncedir,fakat yanlıştır.Osmanlı cemiyetinde poligami hoş karşılanmaz.Gelir grupları ve toplumsal konumları yakın eşlerin kurduğu yuvada kuma getirilmesi mümkün değildir.Gelir düzeyi düşük geniş halk kesiminde ise bütün bir kurumun yerleşmesi zaten mümkün değildir.
Çok eşlilik saygıyla karşılanan bir uygulama değildir ve mesela kuzey Türkleri arasında yoktur, Rumeli’de de hemen hiç görülmez.Anadolu’da da yaygın olduğu söylenemez,dar bir zümreye has olgudur.Eski dönemlerde çok eşli evliliğin sayı ve oranını tespit mümkün değildir,fakat nüfus kayıtlarının daha mükemmel tutulduğu 19.yy İstanbul’u gibi yerlerde çokeşlilik oranını saptamak mümkün oluyordu.


AİLENİN GÜNLÜK YAŞAMI
Osmanlı toplumunda ailenin günlük yaşamı, her yerde her zaman olduğu gibi çocukların eğitimi ve beslenmesi,karı koca ilişkileri ve hayatın yükünün paylaşılması,evin idaresi,sağlık ve beslenme sorunlarının çözülmesi ve gündelik uygulaması etrafında oluşur.Bu sorunların çözümü ve gündelik uygulamaya konuşu aynı zamanda bir toplumun kültürel hayatı ve kurumlarını oluşturur.





AİLEDE ÇOCUK
20-30 kişilik ailelere de rastlanmasına rağmen Osmanlı ailelerinin ise tıpkı Bizans’taki gibi temelde çekirdek aile özelliğini gösterdiği anlaşılıyor. Ancak kırsal ve kentsel yapı arasındaki fark ise daha çok çocuk ve geniş aile tipinin kırsal alanda daha çok tespit edilmiş olmasıdır.

Osmanlı ailesinde çocuk, babanın hukuki denetimi velayeti altındadır. Çocuğun eğitimi aile içinde ön planda anneye ve büyük anneye aittir.Bu nedenle modernleşme döneminde yazarlar kadının; yani annenin eğitimli olmasının üzerinde önemle durmuşlardır. Hiç kuşkusuz, ailenin geleceğine yönelik ana unsuru ve tüm kültürel ekonomik faaliyetlerinin amacı çocuklardır.toplumun geleceği nasıl inşa ediliyor, hangi kültürel kalıplarla idame-i hayat ettiriliyor ve üretim süreci için nasıl hazırlanıyor;bir uygarlığın kendisi hakkında sorulan suallere vereceği en iyi cevap bu görünümdür.Osmanlı ailesini anlamak ve bugünkü gelişmeleri belirleyebilmek açısından ele alınması gereken konular çocuk edebiyatı ve çocuk eğitimidir.
Bir gerçek var ki dünkü toplumda aile ve cemaatin ağırlığını üstünde hisseden çocuk,bugünkü toplumda başka bir atmosferin ve dünyanın üyesidir.Pedagojik değişimin 19. yy.da ortaya çıkışı gözlenmiştir.ancak bütün geleneksel toplumlarda olduğu gibi çocuğa verilecek ilk eğitim dinidir.Ayrıca onun toplumsal kültüre uyumunu sağlayacak iki davranışının,itaat ve edebin öğretilmesidir.19 ve20. yüzyılın modern ve modernleşen devleti,eğitimi düzenlemeyi model yurttaşı yaratmak için gerekli görmüştür.
19yy politikaları,Osmanlı toplumunun klasik dönemdeki çocuk tipini ve çocuk eğitimini üst-orta tabakada değiştirmeye başlamasını gerektirmiştir.


ÇOCUK EĞİTİMİ VE DEĞİŞMESİ
Osmanlı modernleşmesi içinde çocuk eğitimi hem değişen,hem değişmeyen bir alandır ve 19yynin Batı Avrupa eğitimleriyle karşılaştırılamaz.Çocuk ailesinin ve cemaatinin geleneksel sözlü kalıpları içinde eğitimine devam etti.Gerçekte çocuk eğitimi ve çocuğa yönelik edebiyat,bir tarih ve toplum bilincinin ürünüdür.Çocuğun eğitimi üzerinde konuşmak ve düşünmek çağlar boyu her toplumda rastlanan bir konudur.Ama “Rönesans insanı” dediğimiz toplum ve insanın değişirliği bilincine ulaşmış tarihsel tip,çocuğun eğitimine ve çocuk edebiyatına da bu değiştirme süreci açısından yaklaşmıştır.Türkiye bu anlamdaki bir çocuk edebiyatına ve eğitimine,ancak son 150 yılda eğilmiştir.


TOPLUMSAL ALANDA KADIN VE ERKEK VEYA KARI-KOCA
Osmanlı toplumunda olmayan unsur kadınla erkeğin beraberliğidir.İki cinsiyetin diyalogu ,kadınla erkeğin beraberliği bu toplumda yoktu.Geçmişte bu toplumda kadınlar ve erkekler ayrı eğleniyorlardı.Orta oyunu oynanır,karagöz seyredilir,fasıllar dinlenir,taklitler yapılırdı.Kadınlar hamamlarda ve mesire yerlerindeydi ve hep erkek veya hep kadın cemiyeti olarak ayrı törenler,ayrı eğlenceler tertip ediliyordu.Kapalı kompartımanlar halinde yaşam devam ediyordu.

AİLENİN TÜKETİMİ
Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşam düzeyi ve kültürü açısından birbirine çok benzeyen aile türleri vardı.Bir ailenin oturduğu ev mali vaziyetine göre düzenlenir. Coğrafyaya göre de mimari fark ederdi.Ama Türk hayatında özgün bir yeri olan alandı.
Osmanlı hayatında tüketim kısıtlı idi.Örneğin “Ayna” lüks eşyadan sayılırdı. Osmanlı ailesi demek mümkün olduğunca tükettiğini kendi üreten bir birimdi.Ailenin kadınları yüksek düzeyde bir üretim faaliyetlerinde bulunuyorlardı.18.yy da ki dış ticaretin artışı bazı kentleri zenginlik getirmişti ve bazı merkezler zenginleşmiş ilginç mimari eserler ortaya çıkmıştır Bursa, Selanik ,İzmir ,Beyrut gibi.Fakat bu arada muhafazakar ve kanaatkar şehirlerde vardır Ankara gibi.
İmparatorlukta ,başkentten taşralara kitap, dergi gibi yayınlar fazla akmıyor,düzenli okuyucu ,düzenli bir kültür akışı görülmüyordur.aile hayatı ile ilgili birkaç ayrıntıya daha değinmekte fayda var.bunlardan ilki aile hizmetlileridir.Çok fakir olmadıkça ora sınıf halkın dahi evinde evin de yardımcılar vardı.Kölelik Osmanlı imparatorluğunda bir üretim gücü değildi.Türk mutfağında Türk aile yaşamının ve kültürünün en önemli kurumudur.Türk mutfağı bir imparatorluğun mutfağıdır, içinde değişik iklimlerden ve kavimlerden esintiler ve unsurlar vardır ve bazılarının sandığı gibi sadece İstanbul ve Rumeli’den ibaret değildir.Karadeniz’den Akdeniz’e orta Anadolu’dan Trakya’ya Kırım’dan Girit’e bütün Osmanlı ülkesinde bir mutfak zenginliği vardır.


19 YÜZYIL AİLE YAPISINDA DÖNÜŞÜM
Devlet erkanının Tanzimat dönüşümü ile ne toplumu ne aileyi nede bireyi düşündüğü söylenebilir.sadece idarede dönüşüm 19. asrın modern devleti ailenin iktisadi ,kültürel yapısını sağlamlaştırmayı, gençlerin eğitimini yönlendirmeyi, çocuk ve kadının hukukunu korumayı vazife ediniyor ve buna yönelik tedbirler almayı istiyordu.
Devlet her ne kadar gerçekleşeceği belirsiz olsa da toplumun nasıl yaşadığını öğrenmek istiyor ferdin hayatına inmek onu tanımak ve hayatını iyileştirmek, geliştirmek niyetindedir.Ailenin hukuku Osmanlı cemiyetinde en son değişebilecek en mukaddes, daha doğrusu en kapalı olandır.Osmanlı hukuk reformlarının gerekçeleri , dış dünyaya karşı diplomatik temsil meselesine uyum ve dış ticaret uygulamalarıdır. Bu nedenle mevcut hukuki yapıdaki değişme ve düzenlemeler bu alanlarda başlayıp mali ıslahat nedeniyle idari mevzuata sıçrayacaktır.Hukuk düzeni,kendini içten içe kemiren ve deyişimi hazırlayan bir düşünce sistemi ve prensipler bütünüdür.
19yy dünyasının koşulları içersinde merkeziyetçi ve bürokratik yapıya ve bu tür bir yönetimin gereği olan standart,derlenmiş bir hukuki mevzuata sahip olması kaçınılmaz olan Osmanlı imparatorluğu modernleşmenin ilk adımlarını askeri mekteplerdeki ıslahatla beraber hukuk alanında atmıştır.İmparatorluk dünyanın yeni ekonomik düzenine ayak uydurmak için ilk önce Fransız ticaret kanununu kabul etti.yargı usulünde de nizami mahkemelerin kurulup yargı alanının günden güne şer’i mahkemeler aleyhine genişlemesi Tanzimat tan sonra görülen bir gelişmedir.
Avrupalılaşan Osmanlı yargı düzeninde istinaf ve temyiz gibi müesseselerle, mahkemeler bir hiyerarşiye bağlanıyor ve bir tür denetim geliyordu.Kadı’nın hukuken tek otorite olduğu İslami sistemden oldukça uzaklaşılmıştır.

MODERN AİLE ÖZLEMİ

19. yüzyılın sonunda bir modern aile tipine özlem başladı. Ailede fakirlik , halen cariyeliğin sürmesi , kadınların cehaleti , nedeniyle ortaya çıkan bu gibi özlemler değişikliği teşvik ediyor ,sorunların tartışılmasına sebep oluyor , ama öte taraftan da gerçeği görmeyi ve gerçekçi bir yaklaşımla geleceği planlamayı da önlüyordu. II.Meşrutiyet döneminde modernleşmeci fikir akımları ve siyasal girişimler aile ve evlilik kurumuna da dikkatle eğilmekte, yöneticiler hukukçular ve düşünürler arasındaki tartışmalar olmakta ve devrin romancılığı, Türk kadınının sorunlarını didaktik bir üslupla ele almaktaydı.Türkiye bütün Ortadoğu’da son yüzyılın ekonomik yönden en hızlı değişim geçiren ülkesidir. Bu değişimde sadece tarımsal-sınai gelişme değil; önemli ölçüde hukuk reformları , sosyo-kültürel reformlar da etkin olmuştur. Modernleşen Türkiye’de ailenin geçirdiği yapısal değişimi bilmek bu nedenle evrensel bir anlam taşır.

20.yüzyılda toplumsal gelişme kadar, değişme ideolojisi de değişmeyi hızlandırmış ve iktisadi refah ve şehirleşme ve kadın-erkek ilişkileri de eski çizgilerini kaybetmeye başlamıştır.
Türk ailesi sosyolojik değişim geçirmektedir. Toplumsal değişimin getirdiği zorlamalar kadar; kültürel ve dünya görüşü kalıplarının değişimi ve bireylere sunumu ile de büyük aile yıpranmaktadır.
20.yüzyıl sonunda Türk ailesi çocukların eğitimine fizik anlamda yetiştirilmesine ,tüketimine geçmişte olduğundan çok daha fazla önem vermektedir. Nüfus artışının azalmasına rağmen 21. asrın ortalarında faal nüfusu ve dinamik gençliğimiz ile olumlu bir konumda olacağız. Zira Osmanlı’dan bu yana toplumumuz ve ailemiz en önemli görevini büyük başarıyla yerine getirmiş, savaşlar, iktisadi sıkıntılar, salgın hastalıklar zincirini kırarak Türk tarihine sağlıklı ve dinamik nesiller yetiştirmiştir.

SONUÇ:
Osmanlı ailesi 18.-19.yüzyıl İstanbul’unda çekirdek bir ailedir.bir önceki kuşak hane içinde bulunabilir , ama kural değildir. Küçük şehir ve köylerde büyük aile ve sülale hakimdir.19.yüzyıl sonu 20.yüzyıl başında ise artık İstanbul ailesinin çekirdek aileden oluştuğu ve İstanbul nüfusunun doğumla artmadığı son araştırmalarla ortaya çıkıyordu.Kuşkusuz ki Tanzimat dönemiyle başlayan hukuk reformları aile konusuna da yansımıştır.
Toplum kendi geleneklerini hukuki metinlere uydurmakta ve bir ölçüde geleneklerini de kanun koyucuya kabul ettirmektedir. Ancak gelenek de değişmektedir ve bu değişime de hukukçu yön verebilir. Nitekim bizim tarihimizde hukukun bunu önemli ölçüde başardığını da söylemek mümkündür.
Aile üniversal özellikleri olan bir kurumdur, ama onun yerel renkleri de bu özellikleri kadar önemlidir.




18. YÜZYIL OSMANLI DEVLETİ MİMARİSİ

Onsekizinci yüzyılda mimarlık eserleri daha çok Lâle Devri'nde ve III. Mustafa zamanında meydana getirilmiştir. Camiler, köşkler, çeşmeler, imaretler yapılmıştır.
Bu asrın en önemli mimarlık eserlerinden bazıları şunlardır:

III. AHMED ÇEŞMESİ: 
Yalnız onsekizinci yüzyılın değil, bütün Osmanlı devrinin en güzel çeşmelerinden biri, Lâle Devri'nin solmayan bir çiçeğidir. Çeşmenin planını bizzat III. Ahmed'in çizdiği, bunu başmimar Mehmed Ağa'nın uyguladığı söylenir. Ayasofya'nın yanında, Topkapı Sarayı'nın dış kapısının karşısında yer alan bu çeşmenin üzerine yazılan tarih beytinin hem şairi hem hattatı, Sultan III. Ahmed'drr. 
Tarih beyti şöyledir:
Aç besmeleyle iç suyu Han Ahmed'e eyle dua.
Bu beyit, ebced hesabına göre Hicri 1141 (M. 1728) yılını gösteriyor.
Çeşmeyi çepçevre kaplayan yazı ise devrin ünlü şairlerinden Seyyid Vehbi'nin bir kasidesidir. Bugün, halk arasında Sultan Ahmed Çeşmesi olarak anılan bu eseri yerli yabancı bütün ziyaretçiler hayranlıkla seyretmektedir.




NURUOSMANİYE CAMİİ: 
Yapımına, I. Mahmud devrinde 1748'de başlandı ve III. Osman zamanında 1755'te bitirildi. Mimarı Mustafa Ağa'dır. Cami, geniş bir dış avlu ile çevrili, medrese, kütüphane, imaret, sebil, türbe, çeşme, han ve dükkânları ile bir külliyedir. Yapıldığı yerde bir su kaynağı bulunduğu için caminin tabanı kemerlerle desteklenen bir bodrum üzerine oturtulmuştun Kubbesinin çapı 25,75 m. dir. İç duyarı çepçevre kuşatan âyet yazısı camiin en büyük özelliğidir. Barok üslûpta yapılmıştır.



 
LALELİ CAMİİ: 
III. Mustafa devrinde, 1759-1763 yılları arasında yapılan bu caminin mimarı Mehmed Tahir Ağa'dır. Bu da Barok tarzında ve kare planlıdır. İmaret, türbe, sebtt, hamam, han ve dükkân\ardan p\uşan bir külliye halindedir. Sekiz sütunlu şadırvanı ve tek şerefeli iki minaresi vardır. Bu caminin önündeki türbede III. Mustafa, III. Selim ve bunların yakınları yatmaktadır.



OSMANLIDA DİPLOMATİK YENİLİKLER

       Osmanlı toplum düzeni ve barışı Kanuni’nin son yıllarından itibaren bozulmaya başlamıştır. 1554’lerden itibaren taşra yönetimiyle ilgili olan dirliklerin büyük bir bölümünü ele geçiren kapıkullarının, merkezden bağımsız olarak çiftlik ve malikâneler kurmaları, resmi hüviyet sahibi yeni tip köy zenginini ortaya çıkarmıştır. Bu gelişmelerden sonra tımarlı sipahilerin büyük bölümü dirliklerini kaybetmiş ve işsiz kalmıştır.

            Bu gelişmeler sonucunda köylü, geçim sıkıntısı içine düşmüş, elindeki toprağı azalmıştır. Borcunu ödeyemediğinden kendi topraklarında ücretle çalışır duruma gelen köylü, toprağını terk edip göç etmek zorunda kalmıştır.

            Dirlik sisteminin bozulmasından sonra Osmanlı toplumunu derinden etkileyen önemli bir faktörde Coğrafi keşiflerdir. Coğrafi Keşifler sonucunda Avrupa’ya getirilen gümüşün kaçak yollardan Osmanlı topraklarına girmesiyle, paranın değeri düşmüş ve fiyatlar %200’lere varan artışlar göstermiştir. Bunun sonucu olarak halk geçim sıkıntısı içerisine düşmüştür.


            İşsiz kalan halk eşkıyalık yaparak Anadolu’daki isyanlara katılmıştır. !7. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam eden Celali İsyanları halkı önemli ölçüde etkilemiştir.

            Bu olumsuzluklara karşı devlet, köylünün mülkünü gasledenlere karşı mücadele ettiyse de tam başarılı olamamıştır.


  1- Osmanlı Toplumunda 18. Yüzyılda Meydana Gelen Değişmeler:

            Avrupa ile diplomatik ilişkilerin yoğunlaşmasına paralel olarak “Kalemiye” sınıfının önemi artmıştır. Artık sadrazamlar seyfiyeden değil kalemiyeden seçilmişlerdir.

            Avrupa’nın etkisi ile çeşitli reformlar yapılmış. Bu reformlar içinde yabancı uzmanlar getirilmiştir.

            Devşirme sistemi önemini kaybetmiştir. Bunun sonucunda reayaya mensup kimseler yoğun olarak yönetici kadroya girmiş ve yöneticilerin etnik yapısı Türkler lehine değişmiştir.

            18. yüzyılda devlet savaştan çekinmiş, deneyimli, yenilik taraftarı ve İstanbul’daki Avrupalı devletlerin elçileriyle boy ölçüşebilecek tecrübeli kişiler yönetime getirilmiştir.

            18. yüzyılda güçlenen gruplardan biride  “Ayan ve Eşraf”tır.. 19. yüzyılın başlarında iyice güçlenen ayanlar, merkez üzerinde etkili olmuşlardır. Başlangıçta, ayanlarla bir sözleşme imzalamak (Sened-i ittifak–1808) kalan II. Mahmut daha sonra merkezi idareyi güçlendirerek ayanların gücünü kırmıştır.

            Osmanlı Devleti önceleri fethettiği bölgelere Türkleri taşıyıp yerleştirirken, 17. yüzyılın sonlarında ve 18. yüzyılda savaşların kaybedilmesi nedeniyle elden çıkan topraklardan Anadolu’ya gelen insanlar uygun yerlere yerleştirilmeye çalışılmıştır.

            Elden çıkan topraklardan gelen ürünlerin telafisi için konar-göçerler yerleşik hayata geçirilmeye çalışılmıştır.


   2-   Osmanlı Toplumunda Tanzimat ve Sonrasında Meydana Gelen Değişmeler:

            Farklı bir anlayışa sahip, batı tarzı okulları bitiren ve yabancı dil bilen yeni bir bürokrat türü ortaya çıkmıştır. Bu yeni bürokratlar Bu yeni bürokratlar, İstanbul’daki yabancı elçilerle ilişki içindeydiler, buda yabancıların Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmasını kolaylaştırmıştır.

            Tanzimat Fermanı ile devlet ile toplum ilişkilerinde yeni düzenlemeler yapılmış, halka yeni hak ve güvenceler verilmiş ve padişahın yetkileri sınırlandırılmıştır.

            Islahat Fermanıyla Müslim-Gayrimüslim halk, din ve ırk ayrımı gözetilmeksizin kaynaştırılmaya çalışılmıştır.

            19. yüzyılda toprak kayıpları nedeniyle Osmanlı genel nüfusu azalırken, daralan Osmanlı sınırları içindeki nüfus ise kaybedilen yerlerden gelen göçlerle artmaktaydı.

            19. yüzyılda ulaşımın buharlı gemiler ve demiryolları ile yapılmaya başlanması, istasyon, rıhtım, depo ve yeni postahane binalarının yapımına yol açmış ve bu binaların kervansaray ve hanların yerini almasını sağlamıştır.

            Şehirlerdeki yönetim işleri, askeri sınıfın konaklarından, yeni oluşan bürokrasi için yapılmış devlet dairelerine kaymıştır.

            Ayrı mahallelerde oturan milletler bir birine karışarak şehir dışında yeni mahalleler kurmuşlar, yeni zengin ve kozmopolit tabakaların oluşması sağlamışlardır.

18. YÜZYIL OSMANLI DEVLETİ TEKNOLOJİSİ


Osmanlılarda teknolojik gelişim 15. yüzyıl başından 16. yüzyıl sonuna kadar önemli bir 
gelişme göstermiş, ancak daha sonraları durmuş ve gerilemiştir. Ortaçağ İslam Uygarlığının zengin mirasına sahip olan Osmanlılar, kuruluşlarının ilk yüzyıllarında Avrupa’dan geride değillerdi. Ekonomik durumları iyi idi, güçlü bir orduya sahiptiler ve savaşlardan galip çıkıyorlardı. Bu dönemde Osmanlıların Avrupa bilimine ve teknolojisine ihtiyacı olmadığından ona ilgi göstermediler. Ancak bu tavır, Rönesans’ın öneminin anlaşılamamasına ve 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa’da bilim, teknoloji ve sanayi alanlarında kaydedilen büyük gelişmelerin değerlendirilememesine sebep oldu. Batı Dünyası’nda uygarlık ve kültür büyük atılımlar yaparken, Osmanlı toplumu geri ve az gelişmiş bir toplum durumuna düştü. 18. yüzyıl ortalarından itibaren Avrupa sanayide ve teknolojide ilerlemeye başlamış ve Avrupa’ya ayak uydurmaya çalışmak artık çok zor hale gelmiştir. 19. yüzyılda ise Avrupa sanayi devrimi Osmanlı Đmparatorluğu’nu olumsuz yönde etkilemiştir.3III. Selim zamanında 1805’de Beykoz’da Avrupa örnekli bir kumaş fabrikası kurulmuşancak 1836’da bu fabrika kullanılamaz hale gelmiştir. 1815’lerden sonra, Avrupa imalatı mallar giderek çoğalmış ve Osmanlı maliyesini de etkilemiştir. 1840’larda da Osmanlıların kapsamlı ve masraflı sanayi hamleleri de başarısız kalmıştır.41841-1853 yılları arasında bir çok sınai tesis kurulmuştur. Bunlar içerisinde iplik ve kumaş fabrikaları, buharlı gemi tersanesi, demir izabe (ergitme) ve döküm fırını ve atölye birimleri, çeşitli ihtiyaç maddeleri imalathaneleri ve gerekli personeli yetiştirmek üzere teknik okullar gibi birimler bulunmaktadır. Ancak, bütün bunların kuruluşu ve bakımı Avrupa elemanlarının desteği ile mümkün olabilmekteydi. Ne var ki, bu teşebbüs büyük ölçüde başarısız kaldı 


16 Nisan 2013 Salı

AVRUPA MODASININ GÜNLÜK YAŞAMA ETKİLERİ



18. y.y da Avrupa'da yaşanan değişim hareketleri Osmanlı ekonomisini de etkilemiş ve zamanla Osmanlı toprakları yabancılar için açık bir pazar haline gelmiştir.18. ve 19. yüzyıllarda yaşanan sosyal olaylar Osmanlı giyim anlayışını önemli ölçüde etkilemiştir.18. yüzyılda Tanzimatın ilanı ile halk serbest ve sosyal yaşama eğilim     göstermiştir. Kadına verilen haklar, Osmanlı kadın giyiminde önemli değişikliklere yol açmıştır.19. y.y da 18. y.y kıyafetleri çok süslü ve kullanışsızdır. Jakar dokuma tezgahlarının ve sentetik boyaların üretime başlamasıyla renk ve desenlerde önemli bir artış olmuş ve dönemin giyimini zenginleştirmiştir. Lale devri'nde kadınların sosyal yaşantılarında olan değişiklikler giyinme ve süslenme anlayışını etkilemiş , kadınlar genellikle 3 etekli , sim sırma işlemeli elbiseler giymişlerdir. 

Bütün kadınlar, yaz aylarında " bürümcük" isimli ince kumaştan topuklara kadar uzun gömlek giymişlerdir.
Elbiselerinin altına giyilen şalvar topuk üstünden bir uçkurla sıkılmıştır. Kadınlar kıyafetlerinde her türlü giyimi üst üste kullanmalarına rağmen kıyafet bütünüyle bir uyum içindedir. 19. y.y da kadının iş hayatına girmesiyle kıyafetlerde sadelik, kullanışlılık ve rahatlık ön plana geçmiştir. 19. y.y da Türk kadınları, önden açık, düşük uzun kollu , şam ipeğinden elbise ve yeşil kuşak ile, ayak üzerine zengin görünümlü drapelerle düşen geniş şalvarlar giymişlerdir. 


18. YÜZYILDA MÜZİK



BESTEKARLAR :

Onsekizinci yüzyılda birçok bestekâr yetişmiş ve bunların besteleri zamanımıza ulaşmıştır. Onyedinci yüzyılın ve bütün tarihimizin en büyük Türk bestecisi olan Büyük Itrî ömrünün son oniki yılını bu asırda yaşamıştır (öl. 1712). Onun kadar büyük bir bestekâr olan Hammamizâde İsmail Dede Efendi ise gençlik yıllarına yine bu asırda girmiş ve ilk bestelerini yapmıştır.

Devrin en büyük bestecilerinden olan Ebu-Bekir Ağa (1685-1759), Lâle Devri'nin coşkun havasını yansıtır. Nedim'in şiirleriyle yaptığını o besteleriyle yapmıştır. Güftesi "Bir âfeti mehpeyker ile nüktelerim var"diye başlayan Mahûr bestesi şaheseri sayılır. Ondört bestesinin notaları günümüze ulaşmıştır.

Tamburi Mustafa Çavuş, asrın diğer önemli bestecilerinden biridir. Daha çok kendi şiirlerini besteleyen bu sanatkârın en büyük özelliklerinden biri, divân müziği ile halk müziği arasında güçlü bir bağ kurmasıdır. Notaları zamanımıza ulaşan besteleri çoktur ve bunlar bugün de çok icra edilen besteler arasında yer alır.Tamburi Mustafa Çavuş'un bestelerinden bazıları şunlardır: Hisarbuselik şarki (Dök zülfünü meydana gel ); Şehnazbûse-lik şarkı (Küçüksu'da gördüm seni): Saba şarkı (Bir esmere gönül verdim); Şehnaz şarkı (Fırsat bulsam yâre varsam): Bayâtî şarkı (Çıkalım sayd-ı şikâre); Neva şarkı (Muntazınm teşrifine); Bayatî şarkı (Sebep ne bakmıyor yârim yüzüme); Uşşak şarkı (Canım tezdir sabredemem)... vb.

Aynı yüzyılın ünlü bestecilerinden Tab'î Mustafa Efendi klasik Türk müziğinin en seçkin örneklerini vermiştir. Zamanımıza ulaşan otuz kadar bestesinden bazıları şunlardır: Bayatî Ağır Semaî (Çıkmaz derun-l dilden efendim muhabbetin);Bayâtî Yürük Semaî (Gül yüzlülerin şevkine gel nûş edelim mey); Hüseyni Nakış Yürük Semaî (Ben gibi sana âşık-ı üftade bulunmaz); Hüseynî Yürük Semaî (Dök dideden eşk-i teri sermayesiz olmaz)... vb.

Devrin, Şeyh Osman Efendi, Ahmed Efendi'ler, ibrahim EfendPler gibi daha birçok bestecisi vardır. Aörın en büyük bestekârlarından biri, bestekârları en çok teşvik eden hükümdar olan Sultan III. Selim'dir. Musiki tarihimizde yeni çığır açacak kadar güçlü bir bestekâr olan III. Selim, 14 mürekkep makam yapmıştır.III. Selim'in notaları günümüze ulaşan 62 bestesi vardır. İşte bunlardan bazıları: Hüzzam Şarkı (Gönül verdim bir civfine);Zavil Yürük Semaî (Olmuş nişanı tir-i muhabbet civan iken); Büzüg Beste (Aşkınla havalandım, bigflneilğim gel gör); Muhayyer Sün-büle Şarkı (Ey gonce-i nazik tenim)... vb.

18. YÜZYILDA MİNYATÜR SANATI


18. yüzyılın en ünlü minyatür ustası nakkaş Levnî’dir. Levnî çeşitli milletten, meslekten kadın ve erkek figürünü resimlediği çok sayıda örnek bırakmıştır. Sanatçı, yaptığı tek figürlerde konuya uygun bir çizgi ritmi yaratmayı başarmıştır. Levnî’nin en tanınmış eseri iki kopya olarak hazırladığı Surnâme’dir (TKSM, A.3593). Bu kitapta yazılı ve bol resimli olarak IŞI.Ahmed’in oğullarının sünnet düğünü anlatılmıştır. Düğün bu kez Okmeydanı’nda düzenlenmişti. IŞI. Murad dönemindeki düğünde olduğu gibi 1720 tarihli bu düğünde de şenliğe bütün İstanbul esnafı katılmış, çeşitli hünerler sergilemişti. Süslenmiş koçlarıyla celep ve kasapların geçişini gösteren minyatür, esnafları temsil eden ilginç bir ornektir.Bir başka minyatürde görüldüğü gibi, yukardan aşağı kıvrımlar çizerek ilerleyen esnaf alayının içinde yarısı kadın yarısı erkek dev kuklalar, köçekler de yer alıyor, bunlar geçit türenine ayrı bir merak ve neşe katıyorlardı. Kâğıthane sefalarından eğlenceye açık olan İstanbul halkı akın akın Okmeydanı’na geliyor, günlerce süren şenlikle yakından ilgileniyordu. şenlikte deniz eğlenceleri de önemli bir yer tutuyordu. Haliç’in iki yakası arasında gemi direklerine gerilmiş halatlar üzerinde arabalar geziyor, cambaz çengiler oyunlar oynuyorlardı. Padişah ve küçük şehzadeler bu eğlenceleri Aynalıkavak Kasrı’ndan izliyorlardı. Levnî yüzlerce değişik sahneyi içeren Surnâme minyatürlerinde konuyu değişik yönleriyle ele almayı ve onlara esprili bir anlatım çeşnisi katmayı başarmıştır.


Batı’ya açılışın yoğunlaştığı Lale Devri’nde minyatür sanatında hem Batı resmi tarzında ilginç gelişmelere hem de giderek artan bir çöküşe tanık olunur. Levnî’den sonra adı anılmaya değer tek sanatçı Abdullah Buharî’dir. Pencereden Bakan Kadın adlı resmi bu gelişen üsluba ilginç bir örnektir. Kadınların yaşantısını konu alan Zenannâme’de (İÜK, T.5502) bu etkilerin daha da arttığı, Batı’nın konulu manzara resimlerini anımsatan sahnelere yer verildiği görülür. Aynı eserde yer alan bir doğum sahnesi, ele alınmaya başlanan yeni konulara ilginç bir örnektir.




18. YÜZYILDA ŞİİR

Türk edebiyatı, 18. yüzyılda da gelişimini sürdürmüş, gerek nazım gerekse düz yazıda büyük sanatçılar yetiştirmiştir. Ancak, bu yüzyılın edebi gelişmelerine asıl damgasını vuran, "mahallileşme cereyanı" denilen yerlileşme olayıdır.Önceki yüzyıllarda güçsüz şairlerin çabalarında kendini gösteren Türkçeye dönüş istekleri, bu dönemde güçlü şairlerin katılmasıyla bir Yerlileşme Akımı'na dönüşebilmiştir. Lale Devri (1718-1730)'nin zevk ve eğlence dünyasından edebiyata yansıyan yaşantılar da bu gelişmeyi hızlandırmıştır. 

18. YÜZYIL ŞİİRİNDEN ÖRNEK :


Erişti Nevbahar Eyyamı
Erişti nevbahar eyyamı, açıldı gül-i gülşen 
Çerağan vakti geldi, lalezarın didesi ruşen 
Çemenler döndü ruy-i yare, reng-i lale vü gülden 
Çerağan vakti geldi, lalezarın didesi ruşen 

Açıldı, dilberin ruhsarı gibi leleler, güller 
Yakıştı zülf-ü huban veş zemine saçlı sümbüller 
Nevasaz olmada bin şevk ile aşufte bülbüller 
Çerağan vakti geldi, lalezarın didesi ruşen

                                            NEDİM